Thursday, August 8, 2013

Bir Ömrün Hikayesi


Küçükken kendime verdiğim bir söz vardı: “Hayatta en çok ablamı seveceğim!”. Öyle de oldu, hayatta en çok ablamı sevdim ben. Anıları silinmeye başlamışken ve ölümünün ardından 2 yıl geçmişken bile onu anlatmak ve yazmak kolay değil. Engelli bir bireyle yaşamak zor evet ama aslında zorluğu “O” değil, çevrendeki olanaksızlıklar yaratıyor. Tıpkı bizim hikayemizdeki akli dengesiz akiller gibi… 


Ablamın nasıl bu hale geldiği hala meçhul. Aslında 2 yaşına kadar konuşan ama belli sorunları olduğu açık olan bir çocukmuş. Bebekken kırılan koluna verilen yanlış dozdaki ilaç mı, yoksa doğuştan gelen bir rahatsızlık mı bunu hiç bilemedik. Bildiğimiz tek şey zorlu fakat gururlu bir macera yaşadığımız oldu ablamla... 


Babam ilkokul mezunu ve 13 yaşında köyden gurbete göçmek zorunda kalan biri. Annem de ilkokul mezunu ve evlenince o da köyünden İstanbul’a göçmek zorunda kalmış. Bakmayın siz mezuniyet derecelerine, üniversitedeki hocalarımdan daha kıymetlidir bilgileri benim gözümde... 


Ablamın doğduğu tarihler Türkiye’nin oldukça karışık olduğu dönemlere denk geliyor (1978). Ablam doğduğunda elbet anlaşılmamış hastalığı, bir sorun var ama göze çarpacak kadar değil. Daha sonra ben doğmuşum ve maceralar başlamış bu aşamada. 


Ben ablamın farklı olduğunu ilk kez bir pencere önünde anladım. Ablam dışarıyı izliyordu ve biz de bunda bir sorun görmemiştik, kim görür ki? Ta ki yere kan damlayana kadar. Ablam ellerini yiyordu. Zihnimdeki en çarpıcı sahne annemin çığlıkları ve ağlayışlarıydı. Çocuğu kendini yiyordu! Sonradan anladık ki ablamın acı çekme duyusu bizim gibi değilmiş, daha derinlerde yani çoook canı acırsa hissedebilecek şekilde imiş. Bu acı ağlamalarını daha sonra tecrübe edecektik. Konuşamadığı için derdini anlatamazdı ve sinirlenirdi, sinirlenince de kendine zarar verirdi. 


Eski fotoğraflara baktığımda hep kanlı elbiselerle çekilmiş fotoğraflar var. Şu an yadırgasam da o an bizim için o kadar normaldi ki... Annem hem maddi olanaksızlıktan, hem de dışarı çıkıp koltukçu arayacak imkanı olmadığından alınan örtülerle koltuk döşerdi siyahlı siyahlı. Evde gözlük ve kitapları saklardık. Yoksa ablam keşfetme dürtüsüyle ya kırar ya da yırtardı. Üniversiteyi şehir dışında okumuştum ve ilk o zaman eşyaların ortada durabileceğini görmüştüm. Bana çok ilginç gelmişti, bir şeyler saklanmadan yerlerinde durabiliyordu, hiçbir şey olmuyordu onlara ☺ 


Annemler elbette ki ben yokken boş durmayıp kendine bir şekilde PROF. ünvanı almayı başarabilmiş ama insanlığı sınıfta kalmış doktorlara gittiler. Sonuç mu: işittikleri azarlarla geri döndüler her seferinde. Demiş miydim ülkenin zor dönemleri diye? Bir de cahil dönemleri diye eklemeliymişim. Azarın sebebi vakit kaybı. Onlara göre ablama yapılabilecek hiçbir şey yokmuş. Olabilir, ama bunu bir anne-babanın pırıl pırıl güneşli bir gününü zifiri karanlıklara boğarak söylemenin insanlığa sığar hiçbir yanı yoktu bence. 


Doktorlar, kiliselerde ayinler, camilerde hocalardan dualar, evde kendine zarar vermemesi için yapılan önlemler ve yine doktorlar… Bizim dönüm noktamız benim 4. sınıfı bitirdiğim yaz oldu. Ablamın hırçınlığı giderek artıyordu. Annemi bırakın dışarıya, tuvalete bile göndermiyordu. Bu arada da kendine devamlı zarar veriyordu. Biz önlemler almaya çalışıyorduk. Her yere sünger, boks eldivenleri yerleştirmek gibi. Ama ayağının topuğunu devamlı yere yada koltuğa vura vura yara yapmıştı bir kere. Şimdiki annemin donanımı olsa kesin bir şey olmazdı… Doktorlar pansuman yapıp duruyorlar ve “sakın yürümesin” diyorlar. Kolay mı? Bilen bilir, çok dayanıklı ve kuvvetlidir onlar. Hatta bir kere annem yemek yapmak için mutfağa gittiğinde ben kalmıştım yanında ve engel olamamıştım yürümesine. Hala üzülürüm… 


Bir gün annem, babam ve ablam birkaç günlüğüne evden ayrıldılar. Ta ki babam gelip beni kucağına alıp bir konuşma yapana kadar ben olayı fark etmemişim. Ablamın artık bir bacağı yoktu. İlk acı, ilk sessiz çığlık ve ilk beddua… Sonradan pansumanı yapan doktorun pansumanı sadece dıştan yaptığı nı ve içerdeki mikrobun giderek yukarıya yayıldığını öğrendik… Annem mi? İşte annemin doktorlara taş çıkartan pansuman, teşhis koyma ve tedavi etme süreci böyle başlamıştı ☺ Sonradan annemden hastane ortamını dinlediğimde, annemin gözümdeki She-Ra olmasının boşuna olmadığını anlamıştım. 


Burada bir ayrıntı vermem gerekiyor, annelerin ve böyle hassas çocukların insan yerine konulmadığı o hastanelere ve doktorlara ithafen: Bacağı kesildikten sonra ablama alçı yapılıyor –tabii o zamanlar ağır alçılar var ve alçıyı kesmek için kalın testereler- ve alçının çıkarılma aşamasında annem “Çocuğumun bacağını zedeliyorsunuz” diyor, cevap “Ona bir şey olmaz”. Olmaz olur mu, kesik bacağında yıllarca taşıyacağı uzun bir yara izi oluşuyor. İkinci beddua… 


Ablam azimli; zorlu, pansumanlı ve sabır gerektiren uğraşıların sonunda ablama protez yapma vakti gelip çatıyor. Burada da var işin hilesine kaçanlar. Hakkını yemeyeyim bazıları ablamdan korktuğu için yapmadı ☺. Ama kaç tane bizim deyimimizle “bacakçı” ile çalıştığımızı hatırlayamıyorum. Zor tabii, laf anlamayan, hırçın ve yerinde durmayan bir çocuk ama buna inat titizlikle ölçü alınması gerekiyor protez için. Biz bunları biliyoruz ve ölçü için gelineceği gün ablama özel bitkisel bir sakinleştirici veriyoruz. Ayrıca eve birkaç kişi çağırıyoruz ablamı tutması için. Ne olur affet ablam, inan her şey senin içindi… Onunla konuşurduk, anlatırdık sakinleştirirdik ama “bacakçı” gelince ablam öfkeden kudururdu. 


Sonuçta iyi kötü beş altı tane bacağımız oldu toplamda ☺. Ve ablam öyle muhteşem bir varlık ki adadaki evimizdeki dar ve dönen merdivenlerden ustalıkla çıkar oldu ilk seneden itibaren… Yıkarken bile bacağını çıkarttırmamak için bağırırdı, o kadar benimsemişti. Korkularımız yersiz çıkmıştı, ya kabullenmezse diye… İşte sevinç çığlıklarımız böyle şeyler içindi bizim... Bir de elinde takma bacakla Laleli sokaklarında protezci arayıp bulan bir kızın sevincini de araya sıkıştırayım. 


Ablam salıncağa bayılırdı. Terasta geceleri salıncağa biner ve kahkahaları adada çınlardı. Sabah bir bakardık ki salıncağı ters dönmüş ve farklı yönde duruyor, o da takma bacağını zincirlere dayamış uyuyor. O derece deli sallanırdı, çılgın kız işte… 


Zaman böyle akıp gider… Annem ısırılan ellere, takma bacaktan yara olan bacağa her gün pansuman yapar, ablamın gece buzdolabında beğenmediği yemeği çöpe döküşüne fena bozulur (bence bu bozulması yemeğin çöpe gidişine değil, beğenilmeyişine idi). Evde kaybolan eşyalar için ablamın muhtelif saklayabileceği yerler araştırılır, en beğenilen tv programı esnasında televizyonun tam ortasında durup bize sırıtırken hep bir ağızdan “Ablaaa, Nilgüüüüün” diye bağırılır ve sonra da her akşam böyle bir meleğin bizimle olmasının haklı gururuyla yataklarımıza giderdik. Tabii ki gecenin bir vakti ışık yakıp uyandıran ablama tekrar “ablaaaaa” demeyi ihmal etmeden. 


Yıl 2006… Ablam o kadar merdivenden çıkar iner, sara nöbeti aniden gelir ve düşer ama bir şey olmazdı. Ne olduysa o yaz oldu. Ablam yataktan düştü ve kalçasını kırdı. İlk önce anlamadık çünkü ablam bazen böyle yerde yatardı, severdi yerde yatmayı, sonra kıpırdayamadığını anladık ve olan oldu. Geri sayım başladı… Annemi ilk defa o gün güçsüz gördüm, çünkü anlamış bu işin geri dönüşü olmadığını. Kartal Eğitim aciline götürdük. Elbette ki saatlerce bekledik, alışıktık ama içimiz paramparça çünkü tekerlekli sandalyede bekletiliyor ablam. Röntgen çekildi ve gerçekle yüz yüze gelindi, o ana kadar içimizde hala var olan umut, yok oldu. Bize bir kağıt imzalattılar. “Kızımı kendi rızamla burdan çıkarıyorum”. Neden mi? Çünkü ablam gibi bir vaka ile uğraşamayacakları ama onu bu şekilde yollayamaları doğru olmadığı için! 


Babam adada esnaf ve gecenin bir yarısı oradan gelemiyor. En sonunda bize bir özel hastane buldu ve biz oraya gittik. Şimdi bakıyorum fotoğraflara yine de gülmüşüz. Hatta anneme “acılı anne” pozu verdirtmeye çalışmışım ☺. Aslında acılı ama güçlü annem yine de gülmüş… O hastanede en korktuğum kola takılan kelebeklerdi. Ablamın damarları bulunamadığından boyna takıldı kelebek. Bütün gece ameliyat olana kadar ben ablamın ellerine hakim olmaya çalıştım. Çünkü kelebeği çıkarmaya çalışıyor ve benim zihnimde o çıkarsa kan kaybı olacak… Psikoloji işte… Hala rüyalarımda görürüm. Sayısız kahveler ve sayısız gülüşme rolleri ile geçen süre sonunda ablama platin takıldı. Doktor, ablam gibi bir vaka ile daha önce karşılaşmamış. Aslında çok tatlı ve sevecen biriydi. Ona derdimizi ve en büyük korkumuzu anlattık. “Tekrar kırılması”! Ablam yerinde hiç durmaz, acıyı da derinlerde hissettiği için iyileşmeden ayağa kalkmaya çalışır ve yine kırılır korkusu… Alçıya alınmasını rica ettik, o da kendince haklı olarak etik olmadığını söyleyip kabul etmedi. 


Biz eve döndük ve nöbet başladı. Gece ve gündüz nöbeti. Ablamı yataktan kaldırmama nöbeti. Umutluyuz 7 gündür başardık! Derken bir gece ablam korktuğumuzu başımıza getirir ve boş bir anımızda ayağa kalkar. Tekrar ameliyat, tekrar yalvarma ve tekrar hastanelerde kabul görmeme… Bu sefer nerdeyse 20 gün başardık ama bir gün misafirin olduğu bir zaman ihtiyaç ve hizmet molası sırasında ablamı yanımızda buluverdik. (Aslında ablamın yatağını oturma odasına yapmıştık ilk günden itibaren, ama o gün uyuduğu için rahatsız etmemek adına misafirleri başka bir odada ağırladık, kader işte…). Yine ameliyat ama bu sefer doktorun ikna edilmesi gerekmedi. Belden aşağısını komple alçı yaptı doktor.


Yaz günü aldı bizi kara kara düşünceler. Babamla biz yazlıkta dükkanda çalışıyoruz, kardeşimle annem İstanbul’da ablama bakıyorlar. Ablamı adaya götürme sırasında taşıma işlemi o an onun için yapılabilecek bir kötülüktü çünkü. Annemin ve kardeşimin müthiş dayanışması ve azmiyle, komple alçısına rağmen tek bir tane bile yaraya sebep olmadılar ablamın vücudunda. Ablam bir melekti, ailesini birleştiren ve onlara güç veren bir melek. Bir tek alçının sıkmasından kaynaklı ve yine annemin fark ettiği bacakta enfeksiyon oluşumu başlamıştı. Doktorlar her zamanki gibi hüsnü kuruntu diyerek gönderdiler geri ve 2 gün sonra akıntı başlayınca özürlerini ilettiler. Bakmayın doktorlar hakkında böyle kızgın yazışlarıma, bazıları var ki bizi en umutsuz anımızda hayata bağladı ☺. Deneyimli bir pansumancıya yönlendirdiler ki gerçekten ben hariç kimse bakamamıştı ilk başta yaptıklarına. Aslında ben de bakamazdım da birinin de öğrenmesi gerekiyordu. 


Umutsuz dediği yara 2 ay içinde sadece içine çöküntü izi kalacak şekilde iyileşti. Çünkü biz ablama aşıktık. Ona uğramadan, ona danışmadan geçmezdik yanından. Sevgi çocuğuydu o. Artık durulmuş ve devamlı yatmak zorunda olduğuna ikna olmuştu o da... Daha sonraları yatakta kendi kendine kalkar ve yatar hale geldi ama maalesef bu sevincimiz de kursağımızda kaldı. Çünkü yatmaya çalışırken abandığı kolunu zedeleyip kırmış. Sağ olsun eve gelip röntgen çeken insanlar var. Nasıl bir nimetmiş... Onu alçıya aldık kurtardık derken diğeri… Böyle böyle tam 5 yıl geçti. Ama annemde hala kırık korkusu geçmedi… Ateşler içinde 7 gün yandı, eve doktor çağırdık ve maalesef benim yüzümden son günlerinde boşu boşuna iğne yedi. Fakat ablam böyle çok vukuat atlatıp hayata tutunmuştu ve bende yine öyle olacak umudu vardı. Artık son gün bende anlamıştım ve iğnenin vurulmamasını söylemiştim ah keşke diğerlerini de vurdurtmasaydım... 


Bak işte şimdiye kadar içimde tuttuğum damlalardan göremiyorum yazdıklarımı. O zaman oğlum 3 aylıktı. Ablamın yanağından öptürttüm ve eve yıkamaya gittim, çünkü anladım köye yolculuk olacaktı ha bugün ha yarın… Meğerse ben merdivenden inerken başlamış yolculuk … Babamın arabasında halen izi vardır ablamın tabutunun, gider gelir severim o izi. Meğerse korkulmazmış ölülerden... Bir de giden için değil de kendin için yakılırmış ağıt: Şimdi ne yapılır, onsuz nasıl geçer hayat diye... 


Geçiyor geçmesine ama kardeşimin dediği gibi “ARTIK BİZ DE HER SIRADAN AİLE GİBİYİZ…”.


Nihal Ergün


bir omrun hikayesi 1



No comments:

Post a Comment