HAMAMİZADE İSMAİL DEDE EFENDİ
Türk Sanat Musikisi çevrelerinde Derviş İsmail, Dede, Dede Efendi, Hammâmîzâde İsmâil Dede Efendi, İsmail Dede gibi isimlerleanılan bu dahi musikişinasımız, 9 Ocak 1778 ( 10 Zilhicce 1191 ) tarihinde İstanbul'un Şehzadebaşı semtinde doğdu. Babası Süleyman Ağa, o zamanlar bir Osmanlı imparatorluğu ili olan Manastır'ın Görice sancağına bağlı, Kesriye kasabasından kalkarak İstanbul'a gelmiş ve memuriyete girişmişti
Süleyman Ağa, Suriye eyaleti sınırları içinde bulunan Sayda valisi Cezzar Ahmed Paşa'nın bir süre sır katipliğini yaptı. Paşa'nın halka yaptığı haksız muamelelere ve zulmüne dayanamayarak istifa etti ve İstanbul'a döndü. Şehzadebaşı'nda bulunan ''Acemoğlu'' hamamını satın alarak işletmeye başladı. Bu sıralarda Rukiye Hanım'la evlendi; bir Kurban Bayramı günü Dede Efendi doğdu. Bu nedenle çocuğa İsmail adı verilmiştir .''Hamamizade'' sıfatı buradan kaynaklanır .Ismail Dede dört yaşında iken babası bu hamamı sattı Altımermer'de Kurusebil mahallesinde Çavuş Hamamı ile bir ev aldı. İlerinin büyük musikişinası, sekiz yaşında iken bu mahallede, ''Çamaşırcı Mektebi''nde ilk öğrenimine başladı.
Daha o yıl Musikiye karşı ilgisi ve sesinin güzelliği dikkati çekerek okul öğrencileri arasında ''İlahicibaşı'' oldu. O yörede oturan Anadolu Kesedarı Uncu-zade Mehmed Emin Efendi'nin oğlu da aynı yıl bu okula başlamıştı. Bu nedenle Mehmed Emin Efendi çocukla ilgilenmeye, ilahiler bestelemiş bir musikişinas olarak ona ders vermeye başladı. Böylece aradan yedi yıl geçti; Dede Efendi on dört yaşına basmıştı.
Hocası onun geleceği ile de ilgilendi; ailesinin geçimine yardımcı olur düşüncesi ile onu Maliye Nezareti Başmuhasebe Kalemi'ne ''Katip Muavini'' olarak yerleştirdi. Bir yandan memuriyete ve hocasının derslerine bir yandan da musikiye karşı olan ilgisi kendisini, pazartesi ve perşembe günleri Yenikapı Mevlevihanesi şeyhi Ali Nutki Dede'nin derslerini izlemeye itiyordu. Burada ayin dinliyor, bilgisini ilerletiyor, sanat yolun da ilerlemeye çabalıyordu .Bu dersler ve memuriyet hayatı da yedi yıl sürdü .Sonunda 18 Mayıs 1797 ( 18 Zilhicce 1212) Perşembe günü resmen ''Mevlevi'' oldu. Sema meşkini ise 1798 (15 Sefer 1213) tarihinde tamamladı. Sultan III. Selim'in Dede'yi saraya çağırması ve fasıllara katılmasını emretmesi üzerine, Ali Nutki Dede'nin izniyle, 1001 günlük ''Çile'' süresini tamamlamadan 1799 (20 Şevval1213) tarihinde ''Dedeler safına'' katıldı.
Dede Efendi, ününü daha ''Çile'' de iken duyurmaya başlamıştı. Bu sıralarda bestelemiş olduğu,
Zülfündedir benim baht-ı siyahım
Sende kaldı gece, gündüz nigahım
İncitirmiş seni meğer ki ahım
Seni sevdim odur benim günahım
güfteli, buselik şarkısı, çağının musiki sevenleri tarafından çok beğenildi. Bu eseri dinlemek, öğrenmek, bestekarı olan Derviş İsmail'i tanımak için tekkeye gelenlerin sayısı gün geçtikçe artıyordu. Olayın akisleri 3. Selim'in kulağına ulaşınca, mevlevihaneye bir saray görevlisi gönderilerek Derviş İsmail'in saraya gelmesi emredildi. Çileye giren dervişlerin akşam ezanından sonra tekke dışında kalmaları adet olmadığından, bu şartlar altında gidebilmesi için şeyhi izin verdi ve bu durumun padişaha duyurulmasını gelenlerden rica etti. Padişahın huzurunda ve onun isteği ile eserini iki kez okudu; çok beğenilerek bir kese altınla ''taltif'' edildi.
Dede Efendi'nin evi
Daha önceleri, çileye ilk girdiği zamanlarda babasının ölümü üzerine hamamı satan Dede'nin, bu parayı harcadığı, annesinin dervişlere yedirdi diye üzüldüğü ve şikayet ettiği söylenir. Rauf Yekta Bey'in Nuri Şeyda Bey'den naklen verdiği bilgiye göre, saraydan bir kese altını alan Dede, annesine uğrayarak altınları vermiş, üzüntüsünün yersiz olduğunu söyledikten sonra akşam vakdi yaklaştığı için acele ile tekkeye dönmüş. Saray'a ilk gelişinin 1793 tarihine rastladığını ileri sürenler vardır.
Dedeler arasına katıldıktan sonra kendine ayrılan hücre ye yerleşti; artık ünü bütün İstanbul'a yayılmıştı. ''Mukabele'' günleri hücresi, sanattan anlayanlar ve musiki heveskarları ile dolup taşıyordu. Hele hicaz makamından bestelemiş olduğu,
Ey çeşm-i ahu hicr ile tenhalara saldın beni
Çün nafe bağrım hun edüb sevdalara saldın beni
Ey kamet-i serv-i semen salınmada ellerle sen
Haşrolamam dedikçe ben ferdalara saldın beni
güfteli bestesinden sonra ünü büsbütün arttı. Herkes bu eseri öğrenmek, her ne şekilde olursa olsun elde etmek istiyordu. Saray musikişinasları eseri öğrenerek, 111. Selim'e sundular. Dede yeniden saraya çağrılarak, beste kendisinden dinlendi, ''ihsan ve ;İltifatlara garkoldu'' aynı zamanda yapılan Küme Fasılları'na katılması emredildi. Bundan sonra saraya dahil olan Dede Efendi, Enderun'da hocalık yapmaya başladı. Padişahın bu kıymet bilirliliğine karşılık olmak üzere,
Müştak-ı cemalin gece, gündüz dil-i şeyda
Etdi nigeh-i atıfetin bendeni ihya
Mesrûr ede Hak kalb-i humayununu daim
Ediyye-i hayrın dil-ü canımda hüveyda
şiirine sûznak besteyi yapmış bu sanatkar padişaha teşekkür etmişti. Bu sıralarda, 180 1 yılında bir saraylı hanımla evlendi. Akbıyık mahallesinde kiraladığı bir eve yerleşti. Bir yandan evinde öğrencileri ile uğraşıyor , mevlevihanedeki görevini sürdürüyor , bir yandan da padişahın her gün biraz daha dikkatini çekiyordu. Bu mutlu günler uzun sürmedi; Dede'yi derinden yaralayan bir çok üzücü olay birbirini izledi. önce, büyük sevgi ve saygı ile bağlı olduğu şeyhi Ali Nutki Dede 1804 yılında öldü. Bundan bir yıl sonra sevgili oğlu Salih, 1805'de öbür aleme göç etti.
Bir gonca-femin yâresi var ciğerimde
Ateş dökülürse yeridir âh serimde
Her Iâhza hayali duruyor didelerimde
Takdire nedir çâre bu varmış kaderimde
güfteli, bayati makamındaki bestesini bu olaydan sonra besteledi. Üzüntü ve kederi bununla da bitmedi; 1808'de annesini, 1810'da küçük oğlu altı yaşındaki Mustafa'yı yitirdi. Bu acılı yıllarda ortaya koyduğu eserler bir keder ve elemin izlerini taşır. Sonradan üç kız çocuğu dünyaya geldi. Bunlardan Tanburi Şirin (Keçi) Arif Ağa ile evlenen büyük kızı Hatice Hanım'dan Ferdane, Rifat (ünlü bestekâr ve hanende Rifat Bey), Lutfiye ve Saniye adında dört torunu oldu. Mustafa Nezih Albayrak, Dede'nin kız tarafından torununun oğludur.İkinci kızı Fatma Hanım, Ahmed Dürri Bey'le evlendi; bu evlilikten hanende Şevket Bey doğdu. Tanburi Dürri Turan'la Dede'nin bir kan bağı yoktur; Dürrü Turan, Dede'nin damadının yeğeninin torunudur. Üçüncü kızı Ayşe ise on üç yaşında ölmüştür .
Dede Efendi'nin hayatında hiç şüphesiz en önemli olay, Sultan 3.Selim'in 1807'de tahttan indirilmesi ve 1808'.de öldürülmesidir. Bundan sonra IV. Mustafa'nın tahta oturması, türlü siyasi kargaşa, ''Kabakçı Mustafa İsyanı'', ''AlemdarMustafa Paşa vak'ası'', Sultan 11. Mahmud'un padişah olması, saraya Batı musıkisının yerleşmeye başlaması, eski zevk ve sanat anlayışının kalmaması gibi nedenlerle inzivaya çekildi. Zaten mûsıkî ile uğraşılacak huzur ve neşe ortamı da yoktu. işte bu yıllarda mûsıkî ve öğrencileri ile uğraşarak birbirinden güzel eserlerini bestelemeye koyuldu.
Devlet yönetimi düzene girdikten sonra, kendini hatırlayarak saraya davet eden Sultan 11. Mahmud'a musahip oldu. İkinci kez saray hizmetine giren Dede Efendi, sanat açısından en verimli yıllarını bu dönemde yaşadı (1812). Bu yıllar onun en güzel, en sanatlı bestelerini yaptığı yıllardır. Bundan kısa süre sonra da ''Müezzinbaşı'' oldu. Kendini çok takdir eden padişah, yalnız devlet adamlarına verilen bir nişanı bizzat takmış, Ahırkapı'da bir konak ''ihsan'' etmişti.
Sultan II. Mahmud'un ölümü üzerine tahta geçen Sultan Abdülmecid, babasının derin bir sevgi ve saygı ile bağlı olduğu bu değerli mûsıkîşinastan ilgisini esirgemedi; müezzinbaşılık görevini sürdürdü. Ancak Enderun değer ve önemini iyice yitirmeye başlamış adı ''Muzika-i Humayûn'' olmuş, saray teşkilatı değiştirilmiş, batılı mûsikîşinaslara rağbet artmış, padişah, operet ve opera parçaları dinler olmuş, Osmanlı Sarayı'nı Batı sazları istila etmiş, Avrupa'dan piyanolar getirtilmiş, orkestra ve bando takımları kurulmuştu. Sayılı bir kaç ustanın dışında yüzyılların geleneklerine pek aldırış eden yoktu. Abdülmecid bile, Türk mûsıkîsi'ni iyi bilmediğinden, Dede Efendi'den basit ve sanat değeri olmayan eserler istiyordu. Bütün bunlar Dede gibi bir mûsıkî ustasının katlanacağı şeyler değildi. Nitekim bu duygu ve düşüncelerin etkisi ile, öğrencisi Dellâl-zâde İsmail Efendi ile Saray'ın bahçesinde dolaşırken ''İsmail, bu oyunun tadı kaçtı'' demişti. Bu olanların etkisi ve yaşının ilerlemesi nedeni ile çoktan beri Hac'ca gitme niyetini açığa vurarak padişahtan izin aldı. ileri yaşında acele olarak Hac'ca gitmeye karar vermesi bu kırgınlığa bağlanır. Dellâl-zâde İsmail Efendi ve Mutaf-zâde Ahmed Efendi ile böylece yola çıktı. O yıl Mekke'de kolera hastalığı salgını vardı. Mekke'de bu hastalığa yakalanan Dede Efendi, Hac ''farizesi''ni yerine getirdikten sonra 29.Kasım.1845 Mina'da, Kurban Bayramı' nın birinci günü, öğrencisi Mutaf-zâde'nin kolları arasında, hayata gözlerini kapadı. Cenazesi Hazreti Hatice'nin mezarının ayakucuna defnedildi. Dede'nin ölümü İstanbul'da olduğu kadar bütün İslâm dünyasında da derin bir üzüntü yarattı.
Kâzım Paşa'nın tarih şiiri şudur:
Hazret-i Farabi-i sâni müezzinbaşı kim
Zâtına olmuşdu ilm-i mûsıkî ihsan-ı Hak
Aşinâ-yı her makam etmişdi kalb-i nigehin
Sâye-i Molla'da lutf-ü himmet-i merdân-ı Hak
Pertev-i şems-i hakikatten kılub kesb-i kemal
Zerre-i nâçiz iken oldu meh-i tâban-ı Hak
Fehm olur bundan makam-ı kurbe âheng ettiği
Hac edüb Minâ'do oldu vâsıl-ı gufurân-ı Hak
Çor tekbirin çeküb Kâzım Dedi târihini
Kebş-i cânın kıldı İsmail Dede kurbân-ı Hak
(1O Zilhicce 1262)
Bunlardan da anlaşıldığı gibi İsmail Dede bir Kurban Bayramı'nda doğmuş, yetmiş bir yıl sonra yine bir Kurban Bayramı'nda ölmüş oluyordu. Dr .Suphi Ezgi kaynak göstermeden üç kez Hac'ca gittiğini ileri sürmüştür. Sadeddin Nüzhet Ergun, Türk mûsıkîsi Antalojisi adlı eserinde Sultan 11. Mahmud'la iki kez Gelibolu'yo giderek mevlevihânede âyine katıldıklarını, Ahmed Celâlleddin Dede'nin babası Azmi Dede'den işittiğini kaydediyor .
İCRAKARLIĞI
Dede Efendi, Yenikapı Mevlevihânesi'ne devam ettiği yıllarda tekkenin neyzenlerinden, özellikle Abdülbaki Nasır Dede'den ney çalmasını öğrenmişti. Bestekârlığı ile hanendeliğinin yanında neyzenliğinin pek önemi yoktur. Gerek mensubu bulunduğu mevlevihanede, gerekse sarayda uzun yıllar sürdürdüğü hanendeliği güzel bir ses ve uslûb güzelliğini gerektirir. Dr. Suphi Ezgi, hocası Zekai Dede'den naklen sesinin ince ve cılız olduğunu ileri sürer. Sadeddin Nüzhet Ergun ise Zekai Dede'nin onun ileri yaşlarında öğrencisi olduğuna değinerek, "Lataif i Enderûn"u kaynak gösterdikten sonra sesinin güzel olduğunu belirtir. Rauf Yekta Bey, kendinden önce yaşamış olan büyük bestekarların dinî ve dindışı alandaki değerli eserleri iyi bildiğini söylüyor. Bir ömür boyunca her Pazartesi ve Perşembe günleri dergaha giderek ayin okur ve na'thanlık ederdi. Yine Rauf Yekta Bey'in değindiğine göre, o gün hangi ayin okunacaksa Itrî'nin rast makamındaki na'tini irticalen bu makamdan okurdu. Can'lar âyinin hangi makamdan okunacağını sormaya çekinirler, na'tin okunduğu makamdan ayine başlarlardı. Şu hikayede anlatılan olay bunun en güzel bir örneğidir:
"... Büyük yerlerin hepsinde teravih namazının ayin ve ilahilerle kılınması adet olduğundan, her dairenin mevcut olan imamından başka bilhassa Ramazan ayı için, Kur'an-ı Kerîm'i güzel okuyan imam ve mûsikide ihtisası olan güzel sesli beşer altışar da müezzin seçip alırlardı."
"Teravih için her akşam konakların geniş divanhanelerinde halılar ve seccade serilir. beşizli şamdanlar salonun münasip yerlerine yerleştirilirdi, Şehzade dairelerinde, sultan saraylarında, bazı büyük konaklarda harem ile selamlık arasını ayırmak için sofalara büyük kafesler çekilir, kafesin arka tarafından da hizmetçiler için yere sırmalı seccadeler serilirdi. Müezzinler, yatsı vakti olunca çifte ezan okurlar, misafirler ağır ağır kollarını sıvayarak abdest almaya başlarlardı. Müezzin efendiler, arka safta cemaatın toplanmasını beklerler saflar yavaş yavaş dolar, ilahiler ve âyinlerle namaz kılınırdı. Yatsı namazında belirli bir beste takip edilmezse de teravih namazının her dört rekatı kılındıkça, müezzinler tarafından ilahiler ve âyinler yüksek sesle okunurdu. İlk dört rekat bitince saba ve dügah veya bestenigar, ikinci dört rekatta hüzzam, üçüncü dört rekatta ekseriye ferahnak, dördüncüde mutlaka evc, beşincide de acem makamından ilahiler okumak, imamın da mihrapta okunan ilahinin bestesine uygun olarak okumaya devam etmesi şarttı. Şeyhülislam Cemaleddin Efendi, şeyhülislam bulunduğu müddetçe fetva başında ve oradan ayrıldıktan sonra da yalısında bu şekilde iftar ve teravih adetlerini devam ettirmişti."
"Meşhur Kırımlı Ahmed Kâmil Efendi'den sonra Sultan 11. Mahmud'un imamlığına tayin olunan Abdülkerim Efendi ile, o aralık Sultan Mahmud'un müezzinbaşılığında bulunan meşhur mûsiki üstadı Dede Efendi arasında kırgınlık varmış. Bir Ramazan günü Abdülkerim Efendi Padişah'a, Acemlerin saltanatınız hakkındaki ihaneti herkes tarafından bilinmekte bulunduğu halde, Dede Efendi bunu düşünerek teravih namazın da, acem makamından ilahiler okumamak ve buna karşılık şevkefzâ makamını tercih etmek lazım gelirken, kendisinin şevkefzâ makamını kullanmaya bilgisi kafi gelmemesi bu davranışına sebep olmaktadır cevabını verince, Padişah Dede Efendi'nin sanatındaki iktidar derecesini bildiği için ve ayrıca kendisi de mûsikişinas olduğu cihetle, bu hususta bir kanaatı da mevcut bulunduğundan bir gece bir imtihan yapılmasına karar verir. Fakat, bu karar Dede Efendi'ye duyurulmaz."
"Gece teravih namazı kılınırken, dördüncü dört rekattan sonra evc makamından ilahi okunduğu sırada karar gereğince, Sultan Mahmud tarafından gönderilen biri, müezzinlerin yanına giderek, Dede Efendi'ye acem makamını değil şevkefza makamını kullanmasını emrini tebliğ eder. O zamana kadar şevkefzâ makamından hiçbir ilâhi yapılmamış olduğundan ne yapacaklarını şaşıran müezzin efendiler, Dede Efendi'nin yüzüne hayretle bakarlarken, içlerinden biri Dede Efendi'nin işareti üzerine bu makamdan tekbir getirmeye başladığı gibi, imamın da Fatiha-i Şerif'i şevkefza makamında okumakta olduğunu anlamışlar Dede Efendi "Hele bir namazı kılalım da bakalım." demiş ve dört rekat teravih namazı kılınıncaya kadar şevkefzâ makamından bir ilahi bestelemiş ve selam verilir verilmez ilahiye başlayıvermiş. Arkadaşlarının hemen hepsi mûsikî ilminde birer üstad olduklarından, Dede Efendi'ye kulak vererek ağız kalabalığı ile ilâhiyi güzelce okuyup bitirmişler ve padişahın takdirlerini kazanmışlardı."
Bir söylentiye göre de Dede Efendi ile Şakir Ağa arasında bir rekabet başladığından, özellikle Şakir Ağa Sultan Mahmud döneminde, Dede'nin yeniden saraya alınmasını çekemiyordu. Mûsikî anlayışından ve parlak bir hanende olduğundan çok emin olan Şakir Ağa, bu dedikodulardan daha çok etkileniyordu. Bu durum hanendeler arasında da sık sık konuşuluyordu. Dede Efendi'nin sesinin çok parlak olmamasına rağmen, erişilmesi güç bestekârlık kabiliyeti ve okuyuş uslubu ile kendisine üstünlük sağlayacağından emindi. Bu düşüncelerin etkisi ile bir tertip düşündü. Bir fırsatını bularak padişahın huzurunda Dede'yi güç durumda bırakmayı aklına koydu. Niyeti yeni bir makam düzenleyerek gizlice eserler bestelemek ve bunları huzurda okuyarak Dede'yi utandırmaktı. Evc makamına yeni bir çeşni vererek ve yeni bir makam bulduğunu zannederek ki Meragalı Hoca Abdülkâdir bu makamı tarif etmişti bir fasıl besteledi. Bu fasıl için Zeki Mehmed Ağa'ya bir peşrev, Kemanî Ali Ağa'ya da bir saz semaisi ısmarlamıştı. Her nasılsa işin farkına varan Dede Efendi bu makamın seyir ve karakterini kavramış, kendisi de bazı eserler bestelemişti. Nihayet beklenen gün geldi. Fasla önce başlayan Dede Efendi, bu makamdan eserler okuyunca Şakir Ağa şaşırıp kaldı. Söz konusu olan makam ferahnak makamı idi. Durumu anlayan II. Mahmud'un Şakir Ağa'ya Dede ile boy ölçülemeyeceğini, onun musikîde bir "Canavar" olduğunu söylemesine, Dede'nin çok üzüldüğü söylenir.
BESTEKÂRLIĞI
Dede'nin bestekârlığı konusunda Rauf Yekta Bey'in sözlerini biraz sadeleştirerek şöyle özetleyebiliriz: "...Dede Efendi'nin eserleri uslûb açısından oldukça asil ve kibardır. Büyük bestekârımızın ustalığında her şeyden önce göze çarpan özellik, Türk Mûsikîsi'nde Itrî'lerin ve buna benzer ustaların gayreti ile yüzyıllar dan beri gelişmiş olan geleneksel biçim ve tavrın titiz bir koruyucusu olmasıdır. Bununla birlikte Dede Efendi'nin bu özelliği eserlerini, kendinden öncekilerin gösteremediği yeniliklerle süsleyerek bestelemesine engel olamamıştır. Hiç çekinmeden söyleyebiliriz ki, son yüzyılda XIX. yüzyılda yetişen Türk bestekârları içinde Dede Efendi derecesinde hem klâsik uslûba bütünü ile sadık kalmış, hem de bu uslubun kaide ve şartlarından dışarı çıkmamak kaydı ile yeni nağmeler bulmakta ve yenilikçi eser ortaya koymayı başarmış bir bestekâr daha gösterilemez. Bir de şurası dikkat çekicidir ki, Dede Efendi bazı bestekârlarımız gibi, daha çok yalnız bir tür eserin bestelenmesinde ihtisas sahibi olan ustalardan değildir."
"Bu açıdan bakılacak olursa, Dede Efendi'nin her tür mûsikî eseri bestelemekte gösterdiği olağanüstü başarıyı takdir etmemek imkânsızdır. Dinî mûsikîdeki âyinleri, ilâhileri, durakları ile Dede Efendi adı, mûsiki tarihimizde âdeta eskileri gıpta ettirecek bir yer elde etmiştir. Klasik mûsikî alanında Dede'nin bestelediği kârlar, murabbalar, nakışlar, semâiler değer ve sanat açısından eskilerin eserlerinden aşağı olmadığı gibi, bazı noktalardan eskileri bile geçmiştir. Şarkılarına gelince, o yüzyılda hayatta olan mûsikîşinaslar arasında Dede Efendi'nin şarkılarından daha parlak ve daha ustalıkla şarkı yapan bir bestekâra rastlanmadığını kesinlikle söyleyebiliriz. Özetle Dede Efendi, yaşadığı sürece Türk Mûsikisi dünyasının hiç bir rakibi olamayan zirvesiydi."
Mesud Cemil, Dede'yi şu şekilde yorumlamış:
"... 111. Selim'in yenileşme isteklerini takip eden Tanzimat devrinin, Garp Mûsikisi ile temas eden bestekârlardan hem an'aneye bağlı, hem de yeni temayülü iyi duymuş olanların başında gelir. O zamanlar saraya yeni gelen Italyan mûsikîşinasları ile Batı'dan esen sanat esintilerine kulağını tıkamamış, bu etki ile Kâr-ı Nev ve "Yine bir gülnihal" güfteli eserleri bestelemiştir. Buna göre Dede'nin iki mühim cephesi vardır: Biri Klasik Mekteb'i kudretle devam ettiren, birisi de yeni ve Garp'ten gelen havayı zamanın şartları içinde yadırgamadan teneffüs eden Dede..."
Ruşen Ferit Kam ise şunları söylüyor:
"...Klâsik sanatı büyük bir kudret ve selâhiyetle devam ettirenlerin başındadır. Harikulâde bir istidal, feyizli bir ilhamın coşkunluğu ile vücûde getirmiş olduğu Mevlevi ayinlerinden ilâhiye, kâr'dan şarkıya kadar dinî ve dindışı besteleri, nevilerinin her bakımdan en güzelleri, en mükemmellerindendir. Eserlerindeki renkler, onun sanatkârlığından süzülerek klâsik bestelerimize aksetmiş olan bu renkler, Dede'nin sanat dehâsının en parlak ışıklarıdır."
"Sultaniyegâh makamı Dede'nin tertiplediği bir makamdır. Bildiğimiz yegâh makamının sesleri arasındaki aralık orantılarını bûselik makamına göre değiştirmiş ve bu yeni ses demeti içindeki melodik seyir ve harekete, bûselik ve nihavend makamından ayrı yeni bir karakter getirmiştir. Bu makamdan bestelediği iki murabba ile ağır ve yürük semâileri, Sultan II. Mahmud'a sunmuştur."
"Eski bestekârlarımız eserlerinin sözlerini Divan Edebiyatı şairlerinin eserlerinden veya kendilerinin bu gibi şiirlerinden seçtikleri halde, Dede bu geleneğin dışına çıkarak bâzı eserlerinde halk şairlerinin, hattâ kendi söylemiş olduğu şiirleri seçmiştir. Görsem seni doyunca, Yüzündür Cihan'ı münevver eden sözleriyle başlayan ve bunlara benzeyen başka eserlerini Batı Mûsikisi'nin etkisiyle bestelemiştir. İtalyan mûsikisi ile kulaktan meşgul olan Dede, bu mûsikinin çok sesli yönü ile ilgilenmemiş olsa bile, melodi kuruluşunu, sonra bizim sengin ve yürük semâilerimizi hatırlatan üçlü ritm ve dinamizmi benimseyerek bir takım ağır vs hafif eserler bestelemiştir. Mesela, yeni kâr demek olan kâr-ı nev şekil ve ritm özellikleriyle kendinden öncekiler den ayrılır eser iki bölümdür: Birinci bölümde rast makamı, orta seslerle karar perdesinden pest tarafa uzatılmış sesler arasındaki melodik hareketlerle karakterlendirilmiş, bu bölüm iki zamanlı ritimle bestelenmiştir. İkinci bölümde yine rast makamı, tiz taraftaki sesler arasında yapılan melodik hareketlerle karakterlendirilmiş ve bu bölüm iki zamanın birleşiği olan üç zamanlı ritimlerle bestelenmiştir ki, bu da Dede'nin Batı'dan gelen üçlü ritmik dinamizmi ile ilgili anlayışlı, başarılı bir örneğidir."
Türk Musikîsi'nin yetiştirdiği en güçlü bestekârlarımızdan biri olan Dede'nin kişiliğinde mûsikîmiz en üst düzeye ulaşmıştır. Dinî ve dindışı mûsikî eserleri ile başlı başına bir "Ekol" olmuş ve kendinden sonra gelen leri tartışılmaz bir biçimde etkilemiş, daha sonra gelen bestekârlar bu etkinin sürekliliğini sağlamıştır. "Geleneksel mûsikîmize eşsiz renkteki melodik akislerle yeni bir uslûb ve kimlik kazandırmıştır. " Ritm-melodi-güfte ilişkisinde erişilmez bir üstünlüğü vardır meselâ, "Mahûr makamındaki beste'nin dörder vuruşlu ölçülere bölünmüş A ve C bölümlerini, bu dört vuruşlu usûlün birleşiği olan (12/8 birleşik ölçü anlayışı ile bestelemiştir. "
Sultanî-yegâh, neveser, saba-bûselik, hicaz-bûselik, araban-kürdî makamlarını tertip eden Dede Efendi, bir mûsikî dehası olarak ses sanatımızda derin izler bırakmış, bestekârlık yolunda her genç sanatkara öncülük ve ustalık etmiştir. Hacı Ârif Bey ayrı tutulursa, şarkı formunda Dede Efendi çapında bir başka beste kar yetişmemiştir. Yukarıdan beri anlatıldığı gibi, eserlerinin pek çoğunun bestelenişi bir nedene dayanıyor. Ferahfeza makamındaki eserlerinin bestelenişinin de ilginç bir hikâyesi vardır
" .. 1249 Hicret yılının Ramazan ayının ilk günü, 1834 Miladi sene Ocak ayının on birinci gününe rastlamıştı. Bu kış ramazanının bir gecesinde Hamamî-zade İsmail Dede ile arkadaşları, Topkapı Sarayı'nın arkasındaki Serdap Kasrı'nda (bu kasır Rumeli demiryolu yapılırken yıktırılmıştır) toplanmışlar, Padişah Sultan Mahmud'un huzurunda arazbar-bûselik faslı yapmışlardı. Fasıl bittikten sonra Sultan Mahmud, sazende ve hanendeleri şu sözlerle tebrik ve teşvik etmişti: (Bu gece pek tatlı bir vakid geçirdim kendimi âdeta Cennet'te sandım... Arazbar-Bûselik faslı şimdiye kadar bu derece parlak okunup çalınmamıştır ancak, Mevsim-i Nevrûz erişdi geldi eyyam-ı bahar sözleriyle başlayan kâr, Amcam Sultan Selim'in tahta çıktığı yılın baharında, Çağlayan Kasrı'na gittiği gün okunmak üzere bestelenmiş bir eser olduğundan böyle kış ortalarında okunması bana biraz mevsimsiz gibi geldi. Dedem Ferahfeza makamında bu kasr için kâr'ı ile beraber senden mükemmel bir fasıl isterim. Haydi göreyim seni Bayram ertesine kadar hazır olsun İnşallah yine burada dinlerim..."
"Ramazan'ın yarısı geçmişti kaybedilecek vakit yoktu. Dede bayram ertesi istenileceği şüphesiz olan ferahfeza kâr için önce bir güfte hazırladı. Bunu besteledikten sonra,"
"Ey kaşı keman tir-i müjen cânıma geçti" mısraı ile başlayan Beste'yi ,"Bir dilber-i nâdide, bir kamet-i müstesna" ve "Bu gice ben yine bülbülleri hâmuş etdim" sözleri ile başlayan ağır ve yürük semâileri besteledi. Tanburî Musahib Zeki Mehmed Ağa da güzel bir peşrev ile saz semaisi yapmış ve bestelenen bu eserler geceli gündüzlü çalışılarak hanende ve sazendelere geçilmişdi. Nihayet beklenen gece geldi. Serdap Kasrı o gece rengarenk fenerlerle, kandillerle donatılmıştı. Sultan Mahmud, yanında Damad Said Paşa olduğu halde memnun, sevinçli, heyecanlı kasra geldi. Musahib Said Efendi'nin bazı güzel fıkra ve hikâyeleri padişahı bir kat daha neşelendirdi. Nihayet adet olduğu üzre serilen ehramlar üzerinde hanende ve sazendeler yerlerini aldılar ve o gece ferahfeza faslı peşrevi ile, kar'ı ile, beste, ağır ve yürük semailer, şarkılar ve saz semaisiyle en güzel, en mükemmel şekilde çalındı, söylendi. Sultan Mahmud bundan son derece memnun olmuştu. Dede'yi yanına çağırarak göğsüne kendi eli ile Murassa İftihar Nişanı'nı taktı. Dede'ye yetişenlerden işitildiğine göre, kendisi bu nişanı törenlerde ve Akbıyık Mahallesi'nde hediye edilen konakta mûsikî meşkleri yaptığı günlerde göğsünden çıkartmazmış. Hatta Merhum Zekâi Dede, hocası Eyyubî Mehmed Bey'le ilk defa meşke gittiği gün Dede'yi bu nişanla gördüğünü anlatır ve "Göğsünde atnalı gibi mürsağ koca bir nişan olduğu halde köşeye oturup çubuk içerken gördüğüm Dede'nin hayali hiç gözümün önünden gitmez" dermiş.
Dede Efendi'den bugüne kadar uzanan, zaman zaman sönen ışıklı ve renkli sanat köprüsünü görebilir, bunları ulusal benliğimizde duyabilirsek, aşağıdaki satırlarda belirtilen gerçekleri kabul etmemiz gerekir. Eğer bir eleştiri yapmadan sırtımızı döner ve görmek istemezsek, bugün içine düştüğümüz çarpık durum ve mûsikî sanatımız adına işlenen cinayetlerle karşılaşırız. Bu nedenle şu satırları sık sık anmakta yarar vardır: "
Dede Efendi'yi, Yahya Kemal ve Tanpınar'ın yaptığı gibi, çevre ve kültüre yerleştirince daha iyi anlar ve eserlerini dinlerken onlarda hayatın gizli akislerini ve yankılarını buluruz." "mûsikîyi anlamak için onu içinde duymak ve yaratmak lâzımdır. Yahya Kemal'in "İsmail Dede'nin Kainatı" başlıklı şiiri ile Ahmed Hamdi Tanpınar'ın "Yaşadığım Gibi" adlı kitabına alınan yazı, Dede'nin duyanlara ne gibi duygular ve hayaller telkin ettiğini çok güzel gösterir. Kültür bir süreklilik ve yeniden doğuştur.
Yahya Kemal İsmail Dede'nin Kâinatı adlı ,şiirinde bu süreklilik ve yeniden doğuşu güzel bir beyitle ifade eder:
Şeb-i lâhûtta manzûme-i ecram gibi
Lâiz-i bişnev'le doğan debdebe-i manâyız
Bakmasını bilirsek Mevlânâ`dan Dede Efendi'ye, Dede Efendi'den bugüne gelen o ebedî ruh ışığını görebiliriz.... Yeni nesillerin harf ve dil engelleri dolayısıyla eski Türk kültürüne girmeleri biraz güçtür fakat mimari ve mûsikînin kapıları, duyan ve düşünen herkese açıktır. Eski ile yeni arasında köprü kurmak isteyenlere Dede Efendi, büyük bir dost ve yol gösterici olabilir.
HATTATLIĞI VE ŞAİRLİĞİ
Dede Efendi'nin "Hat" sanatı ile ilgisini, Etem Ruhi Ungör'ün bir araştırmasından öğreniyoruz. İlgili araştırmaya gore Sultan III. Selim Çamlıca'da Sarıkaya civarında yaptırdığı bir sarayı annesine tahsis etmiş. Annesinin ölümünden sonra da Esma Sultan'a vermiş. İsmail Dede yazdığı bir kasideyi kendi yazısı ile hazırlayarak tezhip ettirmiş.Eserin altında "Ketebehû el-fakiyr Derviş İsmail'ul-mevlevî musahib-i Hazret-i Sultan Mahmud Hân-ı Gazi" imzasının bulunduğu bildiriliyor. Düz yazıda da başarılı olduğu Yenikapı Mevlevihanesi "Ayin Defteri"ndeki yazılarından anlaşılıyor.
Metin içinde sözünü ettiğimiz bestelerin sözleri ile saba makamındaki ayininin "Olduk yine biz secde ber-i nâr-ı muhabbet" ve III.Selâm'daki "Ey maksad-ı âşıkıyn olan Mevlânâ" ile "Men bîser-ü sâmânem" rubaileri, daha bir çok bestelerinin sözleri Dede'nin şairane tabiatından kaynaklanmıştır.
Bu büyük musikî ustamız da, kendinden önce yaşamış ve çağdaşı olan büyük bestekârlarımız gibi halk şiirinin zevkine varmış, bu şairlerimiz gibi şiirler söylemeye çalışmıştır. Bütün bunlara rağmen Dede'nin, bestekârlığı ve mûsikîşinaslığı ölçüsünde bir şair olduğu söylenemez. Bu şiirlere giydirdiği melodiler, güftelerin şiiriyetinden çok daha değerlidir. Bu şiirlerinden bir kaç örnek vermekle yetiniyoruz:
Dil bir güzele
Meyletti hele,
Fâş etme ele,
Sevdim ben seni.
Dil sevdi seni,
Rûyünde beni,
Ol sim gerdeni,
Yaktın bendeni.
Samur gibi kaş,
On altıdır yaş,
Gel eyleme fâş,
Dil sevdi seni.
Rakiyble gezme,
Bağrımı ezme,
Gözlerin süzme,
Sevdim ben seni.
***
Girdi gönül aşk yoluna,
Bakmaz sağına, soluna,
Almış âşıkı koluna,
Âhâ gözlerin, gözlerin,
Şirin sözlerin, sözlerin.
Aldandı gönül fendine,
Bağlandı zülfün bendine,
Kul etti beni kendine,
Âhû gözlerin, gözlerin.
Şirin sözlerin, sözlerin.
"Minarenin alemi
***
Kara kaşın kalemi
Sana güzel dedimse
Yak mı dedim âlemi"
mânisi ile Dede'nin şu şiirinin benzerliği dikkat çekicidir:
Senin aşkın elemi,
Yakıyor hep âlemi,
Yakar isen beni yak,
Yakma bütün âlemi.
Aman, aman sevdiğim,
Edâsına yandığım.
Yar sevende derd olmaz,
Yar sevmeyen merd olmaz,
Yar sözümü dinlemez,
Bundan büyük derd olmaz.
Aman, aman sevdiğim,
Edâsına yandığım.
***
Aşık olalı sen yâre gönül,
Yanmakta yürek, pür yâre gönül,
Tek etme fedâ sen bu kulunu,
Râzı oluyor âzâre gönül.
Uslanmayacak hiç çaresi yok.
Divâne gönül, biçâre gönül.
Aşk âteşine yaktı özümü,
Bilmemki nice tutmaz sözünü,
Ağlar göricek gül ruhlarını,
Tâciz ediyor iki gözümü.
Uslanmayacak hiç çâresi yok;
Divâne gönül, biçâre gönül.
Bin türlü sitem, bin türlü melâl,
Görmüşse dahi terbiye muhâl,
Gerçi bilirim ettiklerini,
Sen bakma yine ey ruhları al.
Uslanmayacak hiç çâresi yok;
Divâne gönül, biçâre gönül.
ŞARKI
Ben seni sevdim seveli kaynayıb coştum,
Aklımı yağmaya verib fikrimi şaştım,
Mecnûn-i sergerdan olub dağlara düştüm,
Aklımı yağmaya verib fikrimi şaştım.
Sor güle bülbül ne çeker hârın elinden,
Bir dahi gül koklamayım nâdan elinden,
Nerede mesken tutayım dilber elinden?
Aklımı yağmaya verib fikrimi şaştım.
Ben seni sevdim seveli döndüm deliye,
Huyunu benzettim hele hûri, meleğe,
Gönlümü vermiştim sana geri almaya,
Aklımı yağmaya verib fikrimi şaştım.
Bu söyleyişlerdeki halk şiirine yaklaşış, kullanılan Türkçe'nin sadeliği ve samimiliği Dede gibi bir musiki ustası için çok önemlidir .Uzaktan uzağa bir Mustafa Çavuş şiirinin kokusu seziliyor .Bu tür şiirlerinden başka, Divan şiiri biçiminde âşıkane ve Farsça şiirleri de vardır .
ESERLERi
A -Dini Mûsıkî Eserleri:
Dindışı Mûsıkî eserleri ile dini Mûsıkî eserleri karşılaştırılırsa, her iki türün özelliklerini hakkiyle kavramış olduğu mistik duyuş ve heyecanı dindışı eserlerine yansıtmadığı görülür . Sadeddin Nüzhet Ergun bunlardan bir tanesi için, suzidil makamında bir bestesini dinleyen Sultan 11. Mahmud'un ilâhiye benziyor demesi üzerine aynı eseri ilâhi şeklinde yeniden bestelediğini söylüyor .73 Dede Efendi bir ömür tükettigi mevlevihânenin mistik atmosferi içinde, havayı teneffüs ede ede yetiştiğinden ve kendinden önce yaşamış olan bestekârların dini eserlerini en doğru şekilde bildiğinden bestelerinde harikalar yaratmasını bilmiştir .Dini Mûsıkîmizi Ali Nutki Dede ile Abdülbaki Nasır Dede'den öğrenmiş olması bile onun bu yoldaki sanatı hakkında yeterli kanıyı verir .
Dede Efendi, dini Mûsıkîmizin en büyük beste formlarından biri olan Mevlevi Ayinlerinden yedi tane besteledi. Ali Nutki Dede'ye ait olduğu bilinen şevk-u tarab makamındaki âyinin Dede Efendi'ye ait oldugu hakkında kuşkular vardır Bestenigâr makamındaki âyininden söz ederken yedi âyininin olduğunu söylemesi Ali Nutki Dede'nin başka bir Mûsıkî eseri bestelememiş olması bu kuşkuyu güçlendirecek mahiyette olduğu ileri sürülüyor.Dini eserlerinin bilinenlerinin sayısı elli kadardır:
1 -Saba Ayin: ilk kez 1823 (17 Cemâziyelâhır 1239) Yenikapı Mevlevihânesi'nde okundu.
2 -Nevâ Ayin: Dede Efendi'nin bestelediği ikinci âyindir. 17 Nisan 1824 (17 Şaban 1239) tarihinde icrâ edildi.
3 -Bestenigâr Ayin: Bu âyin 1. Selâm, 3. Selâm ve ''Hezar âferin''e kadar bestelenmiş, buna saba makamındaki âyininin 2. Selâm'ı eklenmiştir .ilk kez 1832'de Yenikapı Mevlevihânesi'nde okundu.
4 -Saba-Bûselik Ayin: ilk okunuş tarihi 14 Kasım 1833'tür .Ayini 1. Selâm olarak besteleyen Dede Efendi, buna neva makamındaki âyininin 2., 3., 4. Selâm'larını eklemiştir.
H. İsmâil Dede'nin kendi el yazısı ile Hüzzam Âyin'den bir nüsha. (M. Mardakçı arşivinden)
5 -Hüzzam Ayin: Önce 1. Selâm olarak bestelenmiş, bu selâm'ın sonuna saba makamındaki âyininin diğer selâm'ları eklenmiştir .ilk okunuş tarihi 1830'dur .Daha sonra Dede Efendi bütün selâm'ları aynı makamdan besteleyerek eseri tamamlamıştır .
6 -Isfahan Ayin: ilk kez 1836'da (25 Ramazan 1252) okundu. Bir selâm olarak bestelenmiştir .Bundan sonrasında ya saba ya da dügâh âyinin 2. Selâm'ından sonrası okunurdu.
7 -Ferahfeza Ayin: Bu âyini Sultan 11. Mahmud'un istegi üzerine bestelemiştir. Dede Efendi bu eserini beğenmediğini, sipariş üzerine bestelemek zorunda kaldığından yakınırmış. Ayinin ilk icrâ tarihi 3 Nisan 1839'dur (18 Muharrem 1255).
Bu son âyinin okunacağı tarih daha önceden Padişaha haber verilmiş, o gece Yenikapı Mevlevihânesi ağzına kadar dolmuştu. Herkes heyecanla padişahı beklerken, saraydan gelen bir görevli hastalığı nedeni ile padişahın gelmesinin kuşkulu olduğunu bildirdi. Bulunanların neşesi kaçmakla birlikte semahâneye girildi.Na't okunduğu sırada padişah dergâha gelmişti. Yeniden neşelenen heyet âyini coşkun bir şekilde icra etti. Mukabele'nin sonunda 11. Mahmud Dede'yi ''Mahfil''e çağırtarak, ''-Hasta idim, gelemeyecektim... İyi etmişim...Adeta iyileştim'' gibi sözler söyleyerek ''ihsanlarda'' bulunmuştu.
Diğer dini eserlerden ilâhi, savt, durak ve tevşih'ler bestelemiştir .Yalnız savt'larının sayısı yirmiyi bulur .Özellikle ilâhileri çok sanatlıdır.Son dini eserinin, sözleri Yunus Emre'ye ait olan, hac yolculuğu sırasında bestelediği, ''Yürük değirmenler gibi dönerler'' güfteli ilâhisi olduğu ileri sürülüyor .
B -Saz Eserleri:
Bilinenleri peşrev ve saz semâisi olmak üzere üç eserden ibarettir .
C -Dindışı Eserleri:
Kâr , kâr-ı nâtık, beste, ağır semâi, yürük semâi, şarkı, türkü, köçekçe olmak üzere beş yüzden çok eser bestelediği halde, bunlardan iki yüz seksen kadarı biliniyor .''Dede'nin rast makamında bestelediği kâr-ı nâtık elimizde bulunanların en güzellerindendir. Makamlar şunlardır: rast, rehavi, nikriz, pençgâh, mahûr,neva, uşşak, bayati, nişâburek, nihavend, nühüft, saba, dügâh, hüseyni, hisar, muhayyer, bûselik, hicaz,şehnaz, rahatülervah, bestenigâr, ırak, evc ve sonunda daha hareketli bir tempo içinde yine rast makamı.
Eser yirmi üç makam ve bu makamların melodik özelliklerini gösterir. Bu kâr-ı nâtık başından sonuna kadar semâ denen üçlü ritimle bestelenmiş ve her makamın melodik karakteri dörder ölçülük tek cümle, bazıları sekizer ölçülük çift mûsiki desenleriyle ifâde edilmiştir.''
ÖĞRENCİLERİ
Dede Efendi'nin başlıca öğrencileri şu ünlü mûsikişinaslardır: Eyublu Mehmed Bey , Mutaf-zâde Hacı Ahmed Efendi, Yaglıkçı-zade Bursalı Ahmed Efendi, Vahib Efendi, Çilingir-zade Ahmed Aga, Halim Bey, Dellâl-zade İsmail Efendi, Hoca Zekâi Dede Efendi, Nikogos Ağa, Azmi Dede, Hâfız Hamdi Bey, Yeniköylü Hasan