Herkese merhaba!
Fikir ve yorumlarımı paylaşacağım ikinci kitap olarak Kaiken'i seçtim. Gerilimin ve iyi kurgunun en iyi temsilcisi diye adlandırabileceğim Grangé'ın yeni kitabı, çok satanlar bölümünde yerini korumaya devam ediyor. Ben de bu karmaşık, gıyabında söylenebilecek çok şey olan bu kitap hakkında elimden geldiğince yorumlarımı paylaşacağım.
Efendim öncelikle şunu söylemeliyim ki kitabın isminden de anlaşılabileceği üzere Japon kültüründen birçok esinti barındırıyor içinde. Şahsen Uzakdoğu'ya pek ilgim olmadığı için Japon kültürüyle ilgili anlatılan bazı hikayeler ve belirtilen detaylar kısımlarında sıkılmadım desem yalan olur. Ancak, Uzakdoğu kültürünü seviyorsanız ve az ya da çok ilginiz varsa bu detaylar kitabın geri kalanıyla birlikte çok hoşunuza gidecektir diye düşünüyorum.
Romanımızın baş kahramanı bir başkomiser, Oliver Passan. Adamımız Japonya'yı takıntı haline getirmiş; bir dönem orada yaşamış ve güzelliklerine aşık olmuş, çok zaman geçmeden de bu kültürün bir fanatiği haline gelmiş. Takıntısı onu bir Japonla evlenmeye bile yönlendirmiş. İşte roman da Passan ve karısı Naoko'yla ilişkilerinin sallantıda olduğunu ve boşanma aşamasına geldiklerini anlatarak başlıyor; Passan'ın uzun süredir peşinde olduğu ve her defasında elinden kaçırdığı bir katilin anlatımıyla devam ediyor. Katilimizin adı da Patrick Gulliard. Bu katil, hamile kadınları kaçırıp onlara işkence ediyor, en sonunda da karınlarındaki fetüsleri çıkarıp onları yakıyor. Takıntılı başkomiserimiz Passan da bu katili yakalamak için tekrar ava çıkıyor. Aynı zamanda, günler geçerken Passan evinde bir takım tehditler almaya başlıyor, işin içine ailesi de dahil olduğunda işler çığrından çıkıyor onun için.
Passan, katil hakkındaki gerçekleri bir bir öğreniyor ve onu yakalamaya adım adım yaklaştığını hissediyor. Bazı anlarda durması emredildiği halde daha çok bastırması ve ileri gitmesi de başına bir takım işler açıyor. Japonya'ya bu denli takıntılı başkomiserimizin bir yandan da Gulliard'a takıntılı olduğunu keşfediyoruz biz de. Az önce bahsettiğim Passan'ın Gulliard hakkında öğrendiği gerçekler ve keşfettikleri, bu dosyanın akışını, buna paralel olarak da romanın akışını değiştiriyor.
Romanın gidişatıyla ilgili bahsetmekten kaçınmam gereken ama bir yandan da hoşuma gitmediği için söylemek istediğim bir durum var ki, onu kitabın sürprizini kaçırmadan anlatmaya çalışacağım size. Kitap bir yere kadar Gulliard'ın hikayesi ve Passan'ın avıyla devam ederken, beklenmedik bir anda başka bir olay çıkıyor ortaya. Bu çıkış daha önce bahsettiğim tehditlerin kaynağını yanlış olayda ve yanlış kişide aradığını anladığı anda var oluyor. Diğer bir deyişle, roman karakterimiz Passan yanılgısını anladığında, biz de okuyucular olarak yanılgımızı anlıyor ve merak içinde işin aslı neymiş diye okumaya devam ediyoruz. Ancak gelelim benim hoşuma gitmeyen detaylara. Bu yanılgının sonucunda ortaya çıkan olayla Gulliard davasının arasındaki çizgi çok ani karşımıza çıkıyor. Ben ki Grangé'ı her yazardan ayrı bir yere koyarım ve ciddi anlamda fanatiğiyim ancak bu ani geçişin yarattığı kopukluğu ben bile göz ardı edemedim. Belki de bu kadar çok sevdiğim ve tarzına, kurgusuna, kelimelerine, olayları bağlayış biçimine aşık olduğum için benim gözüme bu denli batmıştır; o yüzden okuyup karar vermek ve eleştirmek size kalan bir durum.
Kitabı bir yerlerde araştırdıysanız ya da denk geldiyseniz, sonuyla ilgili genel bir memnuniyetsizlik var ortada. Yorumlar çok beklendik bir olayla bittiğini söylese de bana göre olabilecek en güzel son, kitaptaki sondu. Yani başka bir deyişle, çoğu kişinin gözüne batmayan şey beni rahatsız ederken; genelin memnun kalmadığı son da beni rahatsız etmedi, aksine hoşuma gitti.
Ne olursa olsun, Grangé yazıyorsa bir şekilde okutuyor kendini. O yüzden şiddetle tavsiye ettiğim, okuyup kurgusu ve sonu hakkında kararınızı kendinizin vermesi gerektiğini düşündüğüm bir kitap.
Öpücükler!
No comments:
Post a Comment